KCK ve beraberinde gelen tutuklamalar uzun bir süredir Türkiye'de
medyanın gündeminde. Yazar ve akademisyenlerin hapsedilmediği bir ülke
hayaline, muhakkak ki demokrasiden ve özgürlüklerden yana herkes sahip.
Ancak
bugün, KCK üzerinden AKP'yi hedef alan, "sıranın herkese geleceği"
paranoyasını işleyen tepkisel bir muhalefet anlayışı, KCK olgusuna
dolaylı olarak "olumlu" bir göndermede bulunuyor. Oysa KCK sözleşmesi
metninden yola çıkarak bu olguyu "sivil toplum" açısından eleştirel bir
analize tabi tutmak şart. Bu analizi de sözleşme metnine yoğunlaşarak,
şiddet karşıtı ve anti- militarist bir pozisyondan gerçekleştirmek
gerekiyor.
Sözleşmenin 20 Mart 2005 tarihli Öcalan
tarafından yazılmış önsözünde, KCK düşüncesinin "demokratik
konfederalizm" anlayışını temel aldığı görülüyor. "Halklar arasında
hiçbir ayrım yapmadan tüm halkların eşit-özgür birliğini" esas aldığını
ifade eden sözleşmenin asıl vurgusu, ulus-devlet modeline karşı "piramit
tarzı bir yatay örgütlenme modeli." Önsözde bahsedilen diğer bir mesele
ise "ekolojik toplum modeli". Yine "toplumsal cinsiyet" ve "kadın
özgürlüğü" gibi kavramlar da sıklıkla vurgulanmakta. Bu haliyle KCK
sözleşmesi PKK için, güncel sosyalist akımlardan ilham alan teorik bir
dönüşümü gözler önüne seriyor: "Marksist sınıf mücadelesi" yerine,
"kültürel" ve "çevresel" hakları da içine alan bir sosyalist duruşu.
KCK
sözleşmesi, PKK yapılanmasından bağımsız bir olgu değil; 36. maddede
açık bir dille PKK'nın "KCK sisteminin ideolojik gücü" olduğu ifade
ediliyor. Sözleşme metnindeki bir çelişki tam olarak da bu noktada
ortaya çıkıyor. KCK kendisini "devletsiz" ve yatay bir yapılanma
şeklinde ifade ederek adeta "anarşizme" yakın bir duruştan bahsederken,
PKK ile alakalı sözleşme maddeleri bunun tam tersini ifade eder
nitelikte. Öyle ki, "KCK sistemi içerisinde her çalışan, PKK'nın
ideolojik ve ahlaki ölçülerini" esas almakla yükümlü kılınıyor. Yine
aynı maddeye göre PKK'nın "önderlik felsefe ve ideolojisinin hayata
geçirilmesinden sorumlu" olduğu söyleniyor. KCK'nın hiyerarşik olmayan
bir örgütlenme olduğunu ifade eden metin, diğer yandan net bir
"önderlik" vurgusu yapıyor. 11. maddede "KCK kurucusu ve önderi Abdullah
Öcalan'dır" ifadesi kesin bir şekilde yer almakta. Sözleşmede "her
alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumu" olduğu söyleniyor ve
halkı ilgilendiren "temel konulardaki en son karar mercii" olduğu
belirtiliyor. Devletsiz bir sivil toplum örgütlenmesiyle, her şeyin
üzerinde konumlandırılan "önder" olgusunun bir aradalığı, KCK'nın en
büyük çelişkisini gözler önüne seriyor.
Metnin
çelişkilerinden bir diğeri ise "yurttaşlık" kavramıyla alakalı. Modern
anlamıyla yurttaşlık, 19. yüzyılda ulus-devlet modeli ile birlikte gelen
bir olgu. Sözleşme ulus- devleti şiddetle reddederken, yurttaşlık
kavramına bir alternatif getirmiyor. "Kürdistan'da doğan herkesin" doğal
olarak "KCK yurttaşı" olduğunu ifade ederek aynı ulus-devlet modelinde
olduğu gibi toprağa bağlı bir vatandaşlık olgusunu işliyor. Yurttaşlık
kavramıyla alakalı olarak en çarpıcı nokta ise 6. maddede değinilen
"ihanet" suçu işlenmesi halinde yurttaşlıktan çıkarılması. "Yüksek
Adalet Divanı" ve Kongra-Gel'in onayı ile bu kişilerin yurttaşlıktan
çıkarılabileceği açıkça ifade edilmiş durumda. Temel hak ve
özgürlüklerin kutsallığından ve hiyerarşik olmayan bir toplum modelinden
bahseden bir sistemin, her yöne çekilebilecek "ihanet" olgusu ve her
türlü cezayı vermeye muktedir yargı infaz organları üzerinden bir toplum
inşa etme düşüncesi oldukça sorunlu. Bu, KCK'yı anti-militarist ve
şiddetten arınmış bir konuma getirmiyor. Aksine, sözleşmenin 32.
maddesi, "Tüm barışçıl eylemler boşa çıkarılırsa, ayaklanma ve öz
savunmaya dayalı gerilla savaşları gündeme gelir." diyerek militarizmin
ve şiddetin kapısını açık bırakıyor.
KCK sözleşmesinde
göze çarpan bir diğer husus ise ideoloji ve toplum ilişkisine dair. 14.
maddede değinildiği gibi toplumun "ideolojik olarak hazırlanması"
oldukça önemli bir mesele. Bu amaçla kurulması düşünülen "İdeolojik Alan
Merkezleri", "önderlik çizgisi temelinde gereken teorik çalışma ve
ideolojik mücadelenin yürütülmesinden" ve bu doğrultuda "kadro ve halk
eğitiminin sürdürülmesinden" sorumlu. KCK sözleşmesinin "tepeden inmeci"
tavrı bu maddede gözleniyor; içeriği muğlak bir "önderlik çizgisi"
anlatısına eşlik eden bir "halkın eğitilmesi" düşüncesi. Bu aslında hiç
de güncel bir eğilim değil; 20. yüzyılın totaliter rejimlerine özgü bu
vurgu, kitlelere önderlik etme iddiasındaki tek liderin algısının, bütün
halkın öznelliğinde yaygınlaştırılmasını amaç edinmekteydi.
KCK
tutuklamaları üzerinden sadece siyasal iktidar eleştirisi yapmak
oldukça yüzeysel bir tepkisellik. KCK'yı etraflıca eleştirmeyen bu
tutum, onun baskıcı içeriğinin görünmezliğine sebebiyet verirken,
KCK'nın Kürt halkının sivil toplum hareketi olarak anılmasına,
tutuklamaların ise 90'ların ceberut devletinin tezahürü şeklinde yanlış
yorumlanmasına yol açıyor. KCK sözleşmesiyle, PKK'nın güncel sosyalist
hareketleri gözeterek ele aldığı bir paradigma değişikliğini ve bu
doğrultuda "özgürlük mücadelesini" toplumsal alanda sivil donanımlarıyla
yaymayı amaçladığı sonucu çıkarılabilir. Ancak bu iki amaç da birtakım
çelişkileri beraberinde getirmektedir. KCK sözleşmesinde, "doğrudan
demokrasi" söylemine rağmen toplumsal piramidin tepesine "önder"in
tartışmasız olarak yerleştiği ve toplumun bu önder etrafında toplanması
gerektiği açıkça ifade edilmektedir.
Marks ve Engels'e
göre toplumsal eşitsizliğin temeli ekonomiktir; toplumun ezilen
kesimlerinin özgürleşmesi için üretim araçlarının ele geçirilmesi
öngörülür. Gramsci'ye göre ise komünist devrim için üretim araçlarını
ele geçirmek yerine, ezilenlerin, hakim sınıflar üzerinde "kültürel
hegemonya" kurması gerekir. Bu hegemonya ise "şiddet" yoluyla değil,
"sivil toplum" hareketi beraberinde bir "pasif devrim" ile
gerçekleşebilir. PKK, KCK sözleşmesiyle "sivilleşme" vurgusu yapar; bu
noktada devrimci yöntemini Marksist sınıf savaşından, Gramsci'ci "sivil
toplum" olgusuna kaydırmak ister gibi görünür. Ne var ki bu sözleşmeyle
"sivilleşme" görünümündeki hareket, "uygun görüldüğünde gerilla savaşı
başlatılır" gibi bir maddeyle şiddet ve militarizm kapısını açık
bırakmıştır.
Öcalan, KCK sözleşmesi önsözünde
"iktidarın olduğu her yerde başkaldırı olduğunu" defalarca ifade
ettiğini söylüyor ve devlete karşı direniş çağrısı yapıyor. Bu sözün
esas sahibinin Öcalan olmadığını belirtmekte fayda var; Michel Foucault
bu hususu yaklaşık 30 sene önce işlemişti, lakin bambaşka bir boyutla.
Foucault'ya göre devlet, iktidarın yegâne kaynağı değildir. Kitleleri
mutlak bir "önderlik" etrafında toplamayı hedefleyen ve bunun için bir
sistem kurgulayan bir örgüt de iktidar mekanizması olarak sivrilebilir.
Bu doğrultuda KCK sözleşmesinin bir "iktidar iddia etme" aracı olduğu
görülür. Foucault'ya göre "direniş" ise, her türlü iktidara karşı
yönelir ve sivil bir harekettir. Başkaldırı ve iktidar diyalektiği
çerçevesinde, bugün Türkiye'de Kürtlerin algılarını yöneterek, AKP ile
düşmanca bir ikilik şeklinde evirmeye çalışan örgütün de bir direnişle
karşılanması beklenebilir.
KCK sözleşmesi adeta
Kürtlerin "anayasası" olduğunu ima eder. Modern anlamda anayasa,
vatandaşa sunulan "haklar bütünüdür" ancak KCK sözleşmesi Kürtler için
haklar vaat etmekten ziyade, "önderlik" ışığında kurulan sistemde
vatandaşın "alt aktörler" olarak mevcudiyetini tanımlar. Bütün bu
farkındalık dinamikleri yürürlüğe girdiğinde, Öcalan'ın vurguladığı
başkaldırı, adeta bir bumerang edasıyla kendi iktidar odağına
yönelebilir. Bu açıdan Kürt gençlerinin son dönemde PKK aleyhine açtığı
"BENİM ADIMA ÖLDÜRME" (ŞER NAVÊ MİN NEKUJE) kampanyası oldukça
anlamlıdır. Bugün Kürtler, siyasal partileri ve çeşitli sivil toplum
örgütleriyle her türlü baskıya karşı sivil bir direniş göstermeye
donanımlıdır. Onların, değişim iddiasında başarısız olan, çelişkilerle
dolu, militarizm ve şiddete meyleden bir toplumsal sözleşmeye
ihtiyaçları yoktur. PKK, KCK sözleşmesiyle toplumsal marjinalleşmeyi ve
gerilimi tırmandırmaktadır. Oysa Kürtlerin yeni yapılacak anayasa
sürecinde bir arada yaşamdan yana tavır almaları, bu doğrultuda hak
talep etmeleri ve barış için aktif katkı sunmaları gerekmektedir.
"Önderlik" hegemonyasından sıyrılarak, Türkiye'de yıllardır
ötekileştirilen sessiz çoğunluğun sözcülüğünü yapan ve Kürtlerin
demokratik hakları noktasında da önemli adımlar atan AKP'ye yapıcı bir
eleştirellikle yaklaşmaları gerekir.
(Alparslan Nas / Zaman)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder